Amerika’da yaşadığım dönemde, 2005 yılının Mart ayında daha önce denemediğim bir şeye giriştim: İnternette sevgili aramak! http://www.SingleMe.com diye bir çöpçatanlık sitesine üye oldum ve profil oluşturdum. Yaklaşık bir hafta sonra
Nadejda Mayorova adında, Rusya’nın Çeboksary kentinde yaşadığını söyleyen ve oldukça güzel bir genç kızın fotoğraflarını içeren bir profil sahibi benimle irtibata geçti. O fotoğrafları görür görmez çarpıldım, iki gün geçtikten sonra
da adını “aşk” koydum! Karşımdaki insan da o kadar çabuk aşka susamış ve o kadar çabuk bana değer veren bir tavır sergiledi ki, birkaç gün içerisinde karşılıklı ilan-ı aşk ediverdik!
Eskiden her âşık olduğumda bir vals yazardım. Ancak 3 yıldır âşık olmamıştım ve 3 yıldır hiç beste yapmamıştım! Bir daha hiç âşık olmayacağım ve bir daha hiç beste yapmayacağım fikrine, müzik hayatıma bundan sonra sadece yorumcu olarak
devam edeceğim fikrine alışmaya başlamıştım. Aşkı yeniden capcanlı hissetmek ve etkisiyle yeniden kalbimin derinliklerinden gelen tınıyı kâğıda dökmek benim için cennette olmaya eşdeğerdi!
İlham perisi beni, “Nadejda”yla ilk yazışmamızdan iki gün sonra Bloomington’dan Indianapolis’e araba kullanırken yakaladı. Yol boyunca onun adını sayıklarcasına defalarca mırıldanmaya başladım ve bu mırıltılar ezgilere dönüştü. Havaalanından
bir dostumu almaya gidiyordum, geç kalmak istemedim. Bu yüzden arabayı durdurmaksızın kağıt, kalem çıkardım ve direksiyon üzerinde hayatımda yazdığım en lirik valslerden birini bestelemeye koyuldum! Ertesi gün aynı yolu tekrar gidip
gelmem gerekti. Bu sefer yağmur da yağıyordu. O havada araba sürerken yeniden aşka gelip yazmaya koyuldum ve böylece parçanın taslağını tamamlamış oldum.
Bu tür duygu yoğunluklarını genellikle ana sazım olan piyanoya yansıtmaya alışkın olan ben, bu seferki “aşk bestemi” akordeon için yazdım. Çünkü bu parça uzayan seslerden, lirik, şarkı söyleyen ezgilerden oluşuyor; tercihen sesleri uzatıp
titretebilen (vibrato yapabilen) bir çalgı gerektiriyordu. Piyanoda bu özellikler yok! Bu özelliklere sahip olup da çalabildiğim tek çalgı akordeondu. Parçayı piyano ve keman için yazmayı düşündümse de bu fikri çabucak terk ettim,
zira ilk karşılaşmamızda yapıtı ona tek başıma çalabilmek istiyordum. Kıza müzik yoluyla ilan-ı aşk ederken kemancının orada işi ne?!
“Nadejda”nın üç hecesinden türettiğim üç notalık bir motifcik, farklı ezgilerde farklı kılıklara bürünerek, parçanın 200’ü aşkın yerinde ortaya çıkıyor: kısa bir notayı takiben daha tiz ve daha uzun bir nota, sonra tekrar daha pes ve
kısa bir nota.
Sonraki birkaç hafta boyunca bir yandan “Nadejda” ve ben birbirimize sayısız aşk mektupları (emailleri) ve fotoğraflar yollarken, ben yeni valsim üzerinde canla başla çalıştım. Pek çok detay ekledim, bilgisayarda temize çektim. Yalnız,
yazdığım parça akordeondaki seviyemin çok üstündeydi ve ben onu kıza kusursuz çalmak istiyordum; kendisi her ne kadar Madonna dinlediğini ve hiç bir müzik bilgisi/kültürü/becerisi olmadığını söylemiş olsa da! Bu yüzden evden provaya,
provadan sosyal bir etkinliğe, oradan eve giderken; asansörde, merdivende, yolda, karşıdan karşıya geçerken… her yerde, gece gündüz akordeon çalıştım! Aşkın verdiği azimle el attığım her işe capcanlı bir enerji katıyordum! İki ayda
resmen akordeondaki seviyem çağ atladı!
Akordeon versiyonu her halükarda tek başına bana yeterli gelmedi; ek olarak, çalışmamı haftalarca sürdürerek parçanın keman, çello ve piyano için çok daha zengin bir versiyonunu yarattım. Sevgili dostlarım Danny ve Lucio cömertçe zamanlarını
vererek benimle bu trio versiyonunu çalışıp kaydettiler. Akordeon için olan orijinal versiyonu da kaydettim.
Bu sırada kızın parçadan haberi yoktu! Sürpriz yapmaya niyetliydim. Hayalim günün birinde onunla buluştuğumda önce orijinal versiyonunu bizzat çalmak, sonra da trio kaydını CD’den çalarken onunla dans etmekti. Nadejda kollarımda benimle
vals yaparken, onun isminden türettiğim o motifin her gelişinde kulağına ismini fısıldayacaktım: Nadejda… Nadejda… Nadejda!..
Akordeon: Hakan Ali Toker
Viyola: Danny Stewart (ilk başta keman partisi olarak yazılmıştır)
Çello: Lucio Amanti
Piyano: Hakan Ali Toker
Nadejda, Rusça “ümit” demekmiş, bu arada…
Nadejda’ya emailler yazarak günler, haftalar, uzun saatler geçirdim. Ona her şeyimi anlattım; geçmişim, o anki yaşantım, hatalarım, yürümemiş olan evliliğim, diğer ilişkilerim, umutlarım, arzularım, hobilerim, hayallerim… Pek benimkiler
kadar uzun olmamakla beraber, o da bana, o güzelim fotoğraflarıyla bezenmiş, pek çok uzun, tatlı, romantik mesaj yolladı. 25 yaşında olduğunu, hastanede çalışan bir hemşire olduğunu, şehre yakın bir köyden geldiğini, Çeboksary’de 6
yıldır büyükannesiyle bir apartman dairesinde yaşadığını söyledi. Bana birkaç şiir bile yolladı ve beni birkaç kez telefonla aradı. Postaneden aradığını söyleyerek, konuşmaları hep kısa tuttu. Benim onu arayabileceğim bir numara yoktu;
evde telefonları olmayacak kadar fakir olduklarını söyledi. Evleneceği adamı aradığını, benim aradığı adam olduğumu, hayallerinin erkeği, “prensi” olduğumu, hayatının kalanını geçirmek istediği insan olduğumu söyledi.
Ona inandım. O kadar âşıktım ve aşktan öylesine besleniyordum ki, herkesin aklına gelebilecek makul şüphelerin yanıma yaklaşmasına izin vermeden aşkın ve müziğin tadını çıkardım! Belki de en azından üzerinde çalışmaya başladığım vals
bitene kadar bu rüyadan uyanmamam gerekiyordu.
Fotoğraflarının siyah-beyaz çıktılarını alıp pastel boyalarla boyadım, gecelerimin meşgalesi oldu. Onları yatak odamın duvarına, yatağımın yanına astım. Onları her gece ve her sabah saatlerce seyrettim, hayallere dalarak. Kendi uydurduğum
yazı tipleriyle adını defterime pek çok renk ve şekilde yazdım. Öyle ki, yeni bir hobi edindim: Latin ve Kiril alfabelerinin harf ve yazı tipleriyle oynayarak “ambigramlar” (birden fazla açıdan okunabilen yazılar) yarattım. Kiril alfabesiyle
onun adını yazıyordum, tersten çevirince Latin harfleriyle benim adım okunuyordu. Kesintisiz bir ilham halindeydim; her gece, her fırsatta, elimden gelen her yolla onun adını yücelten bir şeyler yaratmak istiyordum.
Bir gün gelip beni ABD’de ziyaret etmek istediğini söyledi, haziranda, yıllık izni sırasında. Ancak bunu gerçekleştirecek parası olmadığını ekledi. Parayı çok utanarak ve tatlılıkla istedi benden. Dediğine göre yaşadığı kentte bir seyahat
acentası varmış; eğer uçak biletini onlardan satın alırsa vizesini de onun için 1 – 2 haftada çıkartırlarmış. Gereken toplam para 1550$ idi -o sene bir yıldır biriktirebildiğim paranın tamamına yakını-. Bana acentanın telefonunu verdi.
Rusça bilen bir arkadaşıma arattım. Kredi kartımla ödeme yapmak istedim, kabul etmediler. Parayı kıza göndermemi, onun şirkete elden ödeme yapmasını söylediler. Bunu üzerine “Western Union” adlı bir uluslararası havale firmasıyla nakit
göndermeye giriştim. Western Union’u çoğunuz biliyordur: Dünyanın dört bir yanında şubeleri var. Bu şubeler her zaman kendilerine ait bürolar olmuyor; anlaşmalı oldukları diğer iş yerlerini de aracı olarak kullanıyorlar. Benim yaşadığım
Bloomington’daki aracı kurum “Marsh” adında bir süpermarketti.
Hiç tereddüt etmeden paramı çektim, markete girdim, kasiyer vasıtasıyla, ana paranın üzerine 103$ da havale ücreti ödeyerek parayı gönderdim. Nadejda’nın yapması gereken kendi yaşadığı Çeboksary’deki Western Union şubesine gidip kimlik
göstererek parayı çekmekti. İşlemi tamamlayıp marketten çıktıktan sonra aklıma bir şey geldi: Çeboksary’deki Western Union şubesinin adresi neydi acaba? Bunu sormak için tekrar markete girdim, sevgilime parayı nereden alacağını bildireyim
diye. Ancak kasiyer bu bilgiye sahip değildi. Bunun için Western Union’un merkezine telefon etmesi gerekti. İşte o noktadan sonra olaylar farklı bir yöne akmaya başladı.
Telefona çıkan yetkili paranın Rusya’da bir kadına gönderildiğini fark edince benimle konuşmak istedi. Kasiyer telefonu bana verdi. Telefondaki kişi Esther adında, orta yaşı geçkince olduğu anlaşılan, nazik bir hanımdı. “Para gönderdiğin
bu insanı tanıyor musun? Yoksa internette tanıştınız, birbirinize âşık oldunuz da, o bu parayla bilet alıp gelecek ve senle yuva mı kuracak sanıyorsun?” diye sordu bana. Afalladım, aynen dediği gibi olduğunu söyledim.
Bunun üzerine bana anlattı: Rusya’ya aynı amaçla para yollayan çok erkek varmış. Bu Rus “kızlar”ın çoğu dolandırıcıymış! Çoğu zaman bu dolandırıcılar erkek olurmuş. Benim gibi saf erkeklerden para sızdırmak amacıyla çeşitli kızların
resimlerini kullanıp onlara bu erkekleri telefonla da arattırıyorlarmış. Çalıştığı iş yerinde elinin altından nice paralar beyhude akıp gitmiş, nice erkeğin bu yolla dolandırıldığına tanık olmuş. Yani parayı yolluyorsun, ama kız gelmiyor!
Para Rusya’daki bir adama gidiyor; bu kızları kullanan bir adama. Esther bazı erkekleri uyarıp bu şekilde dolandırılmalarını önlemiş. İnternette yapacağım bir arama ile Nadejda’nın foyasını meydana çıkarabileceğimi söyledi. Yolladığım
parayı da geri çekmemi önerdi.
Sanırım artık içine düştüğüm hayal dünyasından uyanmanın zamanı gelmişti. Dediğini yaptım, paramı karşı taraf çekmeden geri çektim. Esther meğer aynı zamanda opera sanatçısıymış! Bana telefonda bir arya bile söyledi! Sonra valsin bir
kopyasını ona yolladım.
Paramı geri aldıktan ve Esther’a teşekkür ettikten sonra derhal gidip internete girdim ve dostum Emilio’nun yardımıyla bir site bularak, Esther’ın haklı olduğunu gördüm. Bu site (
http://www.womenrussia.com/blacklist.htm) Rusya’dan dünyaya açılmak isteyen gerçek kadınlara koca bulan meşru bir çöpçatanlık ajansıydı. Bir sayfalarında benim başıma gelen türden tezgâhlara karşı insanları uyarmak için o güne
kadar ifşa olmuş sahte kadın profillerinin listesini vermişlerdi. Benim “Nadejda”m, adeta en sıkı çalışan, en azılı çete gibi, listenin en tepesindeydi! Orada onun fotoğrafları vardı; yanında da pek çok farklı isim altında, her seferinde
Rusya’nın farklı bir şehrinden olduğunu iddia eden, her erkeğe farklı bir hayat hikâyesi anlatan aşk mektuplarından örnekler. Kullandığı isimlerden bazıları: İskitim’den Elena İnyutina, Saratov’dan Elena Kurçinina, Sumara’dan Anastasiya
Perşotkina, Çeboksary’den Valeria Çekaleva, Kazan’dan İrina Egorova, Samara’dan Evgenia, Natalia Karegorodseva, Sokuv’dan İrina Galkina, Ludmilla Tarasova, Vladimir’den Olga, Natasha… Muhtemelen benden önce ve benimle eş zamanlı olarak
pek çok erkeğe yazıp bilet ve vize parası istemişti…
En başından bu ihtimali düşünmüştüm! En başından içimden geçirmiştim ki karşımdaki benimle dalga geçen bir erkek de olabilir. Dostlarım da beni uyarmıştı. Fakat ben âşıktım! Âşık olmak ihtiyacındaydım. Bu yüzden aşka düşman olan bu şüpheleri
en başından def ettim ve Nadejda’nın pek çok yerde açık vermesine rağmen hep ona güvenmeyi seçtim. Biliyorum, bu had safhada bir saflık! Ancak o an için aşkın gerektirdiği buydu, yaşamam gereken buydu. Ondan şüphelenmek yerine, telefonda
kredi kartı ödemesi kabul etmeyen seyahat acentasından şüphelendim. Ona bu adamlara karşı dikkatli olmasını, mutlaka fatura istemesini söyleyecektim. Zira bir Rus vatandaşı için 1-2 hafta içinde Amerikan vizesi çıkmasını garanti etmeleri
pek gerçekçi gelmemişti bana. Moskova’daki Amerikan büyükelçiliğinin dediğine göre, onlardan bir turist vizesi çıkması genelde 6 haftayı bulan bir işlemdi.
Ayrıca, ta başından, bu isme ve cisme âşık olduğumda; âşık olmanın ne olduğu ve beni nasıl etkilediği hakkında aşağıdaki çözümlemeyi veya teoriyi geliştirdim -ki bunu mesajlarımda “Nadejda’ya” da aktarmıştım-:
İnanıyorum ki Aşk, hepimizin içinde bulunan, saf ve ebedî bir varlık. Her insanın bir kalbi var ve bu kalbin içinde saf bir öz. Yaptığımız her şeyi bize yaptıran Aşk arayışımız; ya da belki bir insanın içindeki Aşk’ın bir diğerinin içindeki
Aşk’la kavuşma içgüdüsü. Tüm yazdığımız şarkılar, tüm açtığımız savaşlar, mutlu ettiğimiz tüm insanlar, canını yaktığımız tüm insanlar… Aslında hepsi Aşk adına. Mutluluk: Aşk. Tanrı: Aşk. Kâinatın ruhu: Aşk… İnanıyorum ki bizi insan
yapan her şey; etimiz, kemiğimiz, aklımız, duygularımız, hepsi birer maske, içimizdeki Aşk’ı saklayan bir kostüm. Eğer bütün bunlardan arınabilseydik, biz, bu dünyada yaşayan tüm insanlar birbirimizi kucaklardık; birleşir, tek vücut
olurduk. Çünkü bizler, Aşk denen her tarafa dağılmış bir yapbozun parçalarıyız; birbirimize aitiz. Ancak şu kusurlu halimizle Aşk’ı sadece belirli bireylerde görebiliyoruz. Bu insan halimizle, her şeyi kucaklamaktan aciziz. Neden hakkında
hiçbir şey bilmediğim nefis görünümlü bir kıza âşık oluyorum? Neden iyi huylu, iyi tanıdığım ama şişman bir kadına değil? Çünkü ben o şişman kadın kadar mükemmellikten uzağım. Aynı zamanda onun kadar sevilmeye layık ve güzelim aslında;
tıpkı “Bay Nadejda” gibi.
Nadejda’nın gerçek yüzünü gördükten sonra evime gittim. Telefon çaldı. Arayan “Nadejda’ydı”. Belli ki parayı soracaktı. Her zamanki gibi “canım cicim”le girdi lafa. “Aman Nadejda, bekle, sana bir sürprizim var!” dedim. Koşup akordeonumu
kaptım. “Dinle, bunu senin için yazdım” dedim, hoparlörü açtım ve çalmaya başladım. Artık biliyordum, ya da en azından tahmin ediyordum ki bana “Nadejda” mahlasıyla mektuplar yazan büyük ihtimalle bir erkekti; bu telefondakiyse onun
kullandığı bir kadın; belki sevgilisi, ortağı, belki cüzi bir para karşılığı bu işi yapmayı kabul etmiş bir kadın. Sonuncu seçeneği hayal ettim. Kadın yüreğinin erkeğinkinden daha saf olduğunu, bir noktadan sonra zulme daha fazla ortak
olamayacağını hayal ettim. Olanca aşkımla çaldım o valsi ona telefonda! Daha önceki arayışlarında postaneden aradığı için hep 5 dakikayla sınırlı tutmuştu görüşmeleri. Oysa Nadejda valsi 13 dakika sürüyor. Son birkaç saniyesine kadar
dinledi, parça bitmek üzereyken kapadı. Kapatırken hıçkırığını duyar gibi oldum. Acaba güldü mü, ağladı mı, yoksa hiç biri mi? Asla bilemeyeceğim. Belki bu kadar bayağı bir girişimin karşısında bu kadar yüce şeyleri seferber etmeme
güldü, alay etti? Belki de aşkımın derinliğini müzikte duydu, hissetti ve kadın kalbi daha fazla dayanamadı, ilk defa yaptığından pişman oldu? Belki sonra gidip onu kullanan adama bu işi daha fazla sürdüremeyeceğini söyledi? Safça
bir düşünce ama öyle olmuş olabileceğini hayal etmek hoşuma gidiyor.
O telefonu kapadıktan sonra gittim, ona bir email yazdım: “Sayın bayım veya hanımefendi, her neyseniz! Sizi tebrik ederim, bunca zaman beni başarıyla işlettiniz. Fakat artık maskeniz düştü, gerçek niyetinizi öğrendim ve paramı son anda
geri çektim. Bu yaptığınız çok kötü bir şey. Lâkin ben size teşekkür borçluyum! 3 yıldır âşık olmamış bir adam olarak ve 3 yıldır tıkanmış bir besteci olarak sayenizde aşkı yeniden tattım ve yeniden beste yapmaya başladım! Az önce
telefonda dinlediğiniz vals sizin için uzun zamandır hazırlamakta olduğum bir sürprizdi. Ekte ilk sayfasının notasını gönderiyorum, hatıra olarak saklarsınız. Sizi Aşk adına affediyorum! Ancak sizi internette ifşa edeceğim, mümkün
olduğunca çok insanı size karşı uyarmak amacıyla. Dilerim bir gün yaptığınızın yanlış olduğunu anlar, ışığı görür ve bu huyunuzdan vaz geçersiniz…”
Sonra döndüm eve, onun duvarlarımı kaplayan resimlerini sessizce bir çekmeceye kaldırdım ve yattım. Ertesi sabah yoga yaptım, nefes egzersizleri yaptım. Bu egzersizler sırasında bir ağlama geldi. Nefis bir ağlama! Bir farkındalığın,
bir yük atmanın sonucuydu bu ağlama; çok önemli bir seçim yaptığımı fark ettim: Nadejda’yı affetmekle üzerime binebilecek koca bir yükü reddetmiş ve özgürlüğü seçmiştim! Aldatılmışlığın kapkara, zehir zemberek duygusunu sahiplenip
kabuğuma çekilmek yerine; bu olaydan aldığım dersi, yeni bestemi ve onu bana yazdıran Aşkı, ruh dünyamdaki tazelenmeyi sahiplenmeyi seçmiştim. Bunun bir kader değil, bir seçim olabileceğini idrak etmek ve bana yarayacak olanı seçmek
beni tüy gibi hafif ve özgür kılmıştı!
Hemen telefona sarıldım ve geçmişimde kırgın olduğum kim varsa ve bana kırılmış olabileceğini düşündüğüm kim varsa aradım, “Seni affettim. Lütfen sen de beni affet!” dedim. Bunu, artık haklı-haksız muhakemesini bir kenara bırakarak yaptım.
“Seni affettim” dediğim insanların halen kabahatli olduklarına inanıyordum, kabahatleri konusunda fikrim değiştiği için affetmiyordum; sadece yükten kurtulmak için, yargılamanın, suçlamanın ne onlara, ne bana faydası olmadığını anladığım
için! “Beni affet” dediğim insanların bazısına karşı kendimi suçlu hissetmiyordum; hatayı üzerime aldığım için değil, sadece yükten kurtulmak için, artık hayatımın hiçbir noktasında negatif enerji barındırmak istemediğim için af diledim
onlardan.
Oh, ne iyi geldi! Bu davranışı o günden sonra ilke edindim: Haklı ya da haksız yere bir insanı kırmışsam özür dilerim, haklı ha da haksız yere kalbim kırılmışsa, kıranı affederim. Çünkü bu kalp benim, bana lazım! Karşımdaki haksızlık
yapmış dahi olsa, hele ki kendi suçunu asla idrak edemeyecek biri olsa, kalbimin onarılması için onun tekâmülünü bekleme lüksüm olabilir mi? Ben kendi iyiliğim, ruh ve beden sağlığım için affediyorum! Herkese de bu yolu tavsiye ederim.
İçimizde taşıdığımız her kırgınlık ve her pişmanlık bizi ağırlaştırır, sağlığımızı bozar, iç görümüzü bulandırır, enerjimizi zayıflatır. Uzun, sağlıklı ve enerji dolu, pozitif bir hayat yaşamak istiyorsak, bize karşı işlenen tüm suçları
affetmeliyiz, ne kadar zalimce olurlarsa olsunlar; ayrıca kendi işlediğimize inandığımız tüm suçlar için kendimizi affetmeliyiz, ne kadar kabahatli olursak olalım.
Bu demek değil ki bu dünyada canilerin, hırsızların kol gezmesine göz yumacağız; bu demek değil ki hiçbir otokontrol mekanizmamız olmadan keyfimizce kalp kıracağız! Bu şu demek: Erdemli ve bilinçli insanlar olarak bu dünyada kötülüğe
izin vermeyeceğiz, elden geldiğince kötülükle mücadele edeceğiz, hem içimizdeki, hem dışımızdaki kötülüklerle; ancak bu mücadeleyi duygusal bir çöküntü halinde değil, yüksek ve pozitif bir enerjiyle, akılcı davranarak sürdüreceğiz.
Böyle yaparsak mücadelemizde daha iyi sonuçlar elde edebiliriz.
Aşk konusuna dönecek olursam… Nadejda’dan önceki aşklarım farklıydı: bir insanı, bir ismi yüceltirdim, onu her şeyin üstünde tutardım. Onun benim varlığımı onaylaması, bana karşı sevgisi her şey demekti, mutlak mutluluk demekti. Onun
beni reddi ise mutlak yıkım ve mutsuzluk demekti. Bu kafayla çok acı çektim. O zamanlar hep birilerine aşıktım; aşkların biri biter, biri başlardı. Sonra 3 yıl âşık olmaz oldum. Ardından gelen “Nadejda”nın aşkıyla bir iç görü geliştirdim,
yeni bir bakış açısı edindim, âşık olmanın ne olduğuna ve nasıl işlediğine dair:
İnanıyorum ki insan âşık olmaya hazır olduğu zaman âşık olur, çiçek açma zamanı gelmiş bir bitki gibi. O an kendi içimizdeki kaynaktan fışkıran bu capcanlı duygunun âşık olduğumuz kişiyle ilgisi yoktur. Bu tamamen insanın kendiyle alakalıdır!
Âşık olduğumuz kişi, sadece doğru zamanda doğru yerde bulunan, bazı yüzeysel özellikleri zevkimize hitap etse de, başka açılardan hemen hemen rastgele bir unsurdan ibarettir. O herhangi birisi olabilir! Kim olduğu fark etmez. Gerçek
olup olmadığı bile fark etmez! “Nadejda”nin bir yanılsama olmasının bir önemi yok, aşkımın bir karşılığı olmasına artık gerek yoktu! Onun foyası meydana çıktıktan sonra benim aşkım bitmedi, sadece o düzmece şahsiyetten kopup etrafa
yayıldı: haftalarca içimde o nadide duyguyla dolaştım, gördüğüm her şeye, herkese aşkla baktım, sahiplenmeyi gerektirmeyen, saf bir aşkla.
Sonra zamanın ve hayatın getirileriyle bu coşku azaldı, ancak prensip olarak içimde kaldı. İnsan Aşk’tan geldiğini ve Aşk’a gitmekte olduğunu unutunca Aşk’a kızabiliyor, hayatta karşısına çıkan türlü insanlar ve olaylar karşısında kendisini
Aşk’tan kopuk hissedebiliyor. Mümkün olduğunca Aşk’ı hatırlamak ve gördüğümüz, hissettiğimiz her şeye bu gözle bakmak yararımıza olur diye düşünüyorum. Etten, kemikten insan olduğumuz sürece %100 başarılması imkansız bir misyon bu.
Herkesi ve her şeyi eşit sevmek insan doğasına aykırı. Kim bütün çocukları kendininkiler kadar sevebilir? Kim bütün yabancıları dostları gibi, “sevdikleri” gibi sevebilir? Kim tüm erkekleri veya kadınları kendi sevdiceğiyle bir tutabilir?
Hiç kimse. Yapabileceğimiz tek şey ve belki de en güzel şey, olabildiğince, kapasitemiz elverdiğince çok insanı sevmek, hayatı ve her şeyi sevmek. Kalbimizde nefret taşımak sadece kendimizi ağır hissetmemize neden olur. Yaralarımızı
iyileştirmediği gibi, sorunlarımızı ve bizi üzen insanları düzeltmez. Canımızı yakmaya çalışanların tümüne karşı kullanabileceğimiz en güçlü araç Aşk’tır. Cezalandırma değil, intikam değil; bağışlama ve Aşk.
Dilerim Aşk daima içinizde parıldasın, sizin ve baktığınız her şeyin yolunu aydınlatsın!
Hakan A. Toker
Akordeon: Hakan Ali Toker